Ahmet Orhan

Madenler 'Kaz'ılıyor mu, 'Çalı'nıyor mu?

Ahmet Orhan

Türkiye, bu günlerde hayati sorunları arasında başka bir önemli sorunu yoğun olarak tartışmaya başladı.

Toplum hayatımızda yer tutan önemli her olayda olduğu gibi bu olayın da kamuoyuna mal edilmesinde solcular belirleyici olmuştur.

Kaz Dağlarında tespit edilen altın madeninin çıkarılması sırasında Kanadalı Maden şirketinin çevreye ve orman dokusuna verdiği zarar güncel bir olay halini almıştır.

AKP sözcüsünün açıklamasına göre 2001 yılında ruhsatlandırılmış olan işletme, ÇED sürecini tamamlayarak ağaç kesimini gerçekleştirmiştir. Kesilen ağaç bakanlığa göre 14 Bin, protestoculara göre ise 200 Bin mertebesindedir. Aradaki farkın kesilen ağaçların tanımından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

Ruhsatın verilmesi için öncelikle bölge, Edirne Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından 1. Derece Doğal Sit alanı dışına çıkarılmış, arkasından 2013 yılında CHP’li Belediyenin maden sahasında yangın riski bulunmadığına dair yazısı ve uygun görüşü de dahil olmak üzere izin süreci tamamlanmış.

Her nasıl olduysa geçtiğimiz yıl Kanadalı şirketin CEO’sunun ne kadar karlı bir yatırım yaptıklarını söylediği TV görüntülerinin CHP Milletvekili Gürsel Tekin tarafından tekrar paylaşılması üzerine yeni bir süreç başlıyor.

Geçtiğimiz ay LGBT paylaşımıyla Çanakkale Belediyesi Su ve Vicdan Hareketi adı verilen organizasyonu başlatıyor.

Olayın seyrine baktığımızda elbette sorulması gereken sorular ve sorgulanacak davranışlar söz konusudur.

Ben konuyu uzatmadan yeraltı zenginliklerimizin ekonomiye kazandırılası hususunda bulunduğumuz noktayı maden kanunlarımız ve çevre etkisiyle ilişkilendirerek ele almaya çalışacağım.

Yurdumuzda Atatürk’ün Etibank’ı kurmasıyla madenlerimizin devlet eliyle işletilmesine başlanmış, bu konu yabancılara kapalı olarak yıllarca sürdürülmüştür.

Daha sonra kanun ve yönetmeliklerde yapılan değişikliklerle maden faaliyetleri uluslararası sermayeye fark gözetilmeden açılmıştır.

2004 yılında yabancıların telkin ve baskıları sonunda 5177 sayılı Maden kanununda yapılan değişiklikle 2008 yılı itibariyle yabancı maden şirketlerine işletilmek üzere tahsis edilip ruhsatlandırılan alan 150.000 kilometrekareyi bularak Türkiye yüz ölçümünün yaklaşık yüzde yirmisine ulaşmıştır. Bu rakam çok büyük ve ürkütücüdür.

Ayrıca bu maden alanlarının büyük bölümünde sondaj ve rezerv tespit çalışmaları MTA tarafından yapılmıştır.

Hükümet söz konusu alanları ihale ederek işletmeye açmış, uluslararası şirketler karşısında yerli maden şirketlerinin ne kadar şansının olabileceğini tahmin etmek hiç de zor değildir.

En son 28 Şubat 2019 yılında maden kanununda değişiklik yapan bazı düzenlemelerle %2 olan devlet payı, maden türüne göre değişmekle birlikte %8’e kadar çıkarılmıştır.

Bu oranın ne anlama geldiği üzerinde biraz düşündüğümüzde bir daha yerine konmasının mümkün olmaması, tabiatta bıraktığı kalıcı tahribat, cevher zenginleştirme süreçlerinde çevreye vereceği zararlar göz önüne alınırsa kesinlikle çok yetersizdir.

Denilebilir ki bu şirketler kurumlar vergisi, sigorta ödemeleri, yaratacağı istihdam ve yan sektörlere katkısı az bir şey değildir. Evet, böylesine faydaları olacağı doğru olmakla birlikte güncel Kaz Dağı altınlarını çıkaran Kanadalı şirketin CEO’sunun bizi “Yabancı işçi çalıştırmıyoruz. Türkler taş taşımakta çok iyiler” diyerek aşağıladığı konuşmasında kendi ifadesiyle yatırım tutarı 100 Milyon dolar olmasına rağmen çıkaracakları altının değeri 4 Milyar dolara ulaşacağını ortaya koymuştur.

Bu şirkete sağlanan teşviklerin %40 olduğunu göz önüne aldığımızda göz bebeğimiz yeraltı varlıklarımızın ve giderek azalan, yetişkin orman varlığımızın tahrip edilmesine, oluşan cevre risklerine değecek bir durum yoktur.

Öyleyse madenlerimiz ekonomiye kazandırılmamalı mı?

Elbette hayır.

Madenlerimiz çıkarılırken birinci önceliğimiz, atalarımızdan bize miras kalan ve gelecek nesillerden emanet olan değerlerin muhafazası olmalıdır.

Ormanlarımızın ortasındaki en az yüzyılda oluşan ağaçların kesilip işletmeler kurulması hiçbir surette kabul edilemez. Kesilen ağaçların sayısını az göstermek, kesilenden daha fazla dikilecek demek tam bir samimiyetsizliktir.

Madencilerin ormanlardan, kıt su kaynaklarımızdan uzak durması mutlaka sağlanmalıdır.

Zenginleştirme ve ayrıştırma süreçleri kapalı ortamlarda yapılarak çevre zararları önlenmelidir.

Ne yazık ki özelleştirmeler sonrası üretim faaliyetlerinden devletin çekilmesinden bu yana giderek yetersiz hale gelen denetim ihtiyacı tavizsiz karşılanmalıdır.

Maden sahası tahsislerinde yerli yatırımcıya gerekirse pozitif ayrımcılık yapılmalıdır.

Şimdi gelelim CHP, HDP, LGBT dahil ne kadar marjinal kuruluş, kişi ve yanı sıra Türk Milletine ve değerlerine alerjisi olan sözde orman, temiz hava, su ve tabiat aşıklısının ortaya fırlamasına.

Türk Milleti, bilgisi olmadığı bir konuda bile muazzam ferasete sahip kendine has referansları olan bir millettir.

Kafası karıştığında ilk değerlendirdiği husus bir sözün anlamı dışında kimler tarafından söylendiğine dikkat kesilmesidir.

Bizim tatlı su solcularımız birden bire Kaz dağlarında yürümeye başlayınca milletimiz olayı kavramaya çalışmış ve varlıklarımız konusunda hassas olmasına rağmen yeni “Gezi” arayıcılarının farkına varmış ve prim vermemiştir.

Ancak Milletimiz olayın arka planını kavramış olmasına rağmen varlıklarımızın yağma edilmesine de rızası yoktur, yöneticilerimiz bu hususu akıldan çıkarmamalıdır.

İşletilecek madenlerin çevre etkisi ilminin hakkını veren vicdan sahiplerinin görüşlerine dayandırılarak değerlendirilmelidir. Aksi takdirde bu vebal ne hükümeti ne bürokratları ne de bilim insanlarımızı iflah etmeyecektir.

Yazarın Diğer Yazıları